235


34. İSTANBUL FİLM FESTİVALİ İÇİN 34 ÖNERİ

Alkan Avcıoğlu - Sinefilin Galaksi Rehberi - 27 Mart 2015 / BirGün



Tüm sinemaseverlerin iple çektiği an geldi. 04-19 Nisan 2015 tarihleri arasında düzenlenecek 34. İstanbul Film Festivali’nin biletleri yarın satışa çıkıyor.





45 Years / 45 Yıl : Bu sene Berlin Film Fes­ti­vali’nin ­tartışmasız en iyi filmlerinden biriydi.


A Most Vi­o­lent Year / En Şiddetli Sene: J.C. Chan­dor’dan taş gibi bir film. Kendi kuşağının en iyi görüntü yönet­men­lerinden biri olan Brad­ford Young ise filmin en önemli artısı.


Kosac / Azrail : Fes­ti­val pro­gramından hazineler çıkar­mayı se­viy­or­sanız, tercihinizi ‘Azrail’den yana kul­lan­mak­tan çek­in­meyin.


B-Movie: Lust & Sound in West Berlin 1979-1989 / B Filmi: Batı Berlin’de Şehvet ve Müzik 1979-1989 : Sadece arşiv görüntüleri ne­deniyle bile kaçırılma­ması gerek.


Catch Me Daddy / Baba Beni Yakalasana : Oyun­cu­luk per­for­mansları, boğucu ve güçlü at­mos­feriyle dikkat çeken bir film.


La Isla Min­ima / Bataklık : Bu seneki fes­ti­valin hazinelerinden biri. Yönetmeninin at­mos­fer yarat­mak­taki ma­haretiyle dikkat çeken ‘Bataklık’, geçtiğimiz yılın en iyi İspanyol film­lerinden biriydi.


Im Keller / Bo­drumda : Günümüzün en aykırı yönet­men­lerinden biri Ul­rich Seidl, bu belge­sel ile kökler­ine geri dönüyor.


The Duke of Bur­gundy / Bur­gundy Dükü : Sadece fes­ti­val pro­gramının değil yılın en iyi film­lerinden birisi.


From Cali­gari to Hitler: Ger­man Cin­ema in the Age of Masses / Cali­gari’den Hitler’e : Weimar dönemi Alman sine­masını mer­cek altına alan film, ilk filmi gibi sine­filler için bir hazine niteliğinde.


Urok / Ders : Mar­gita Go­sheva’nın per­for­mansıyla dikkat çeken ‘Ders’, son derece etk­i­leyici bir ilk film.


La Voz En Off / Dış Ses : En son olarak ‘Bon­sai’ ile bizi kendine hayran bırakan Chris­t­ian Jimenez’in son filmi.


Eisen­stein in Gua­na­ju­ato / Eisen­stein Mek­sika’da : Green­away’in filmi, yönet­menin is­min­den bek­lediğimiz kadar sıradışı.


Réalité / Gerçeklik : Kült film­lere imza atan Quentin Dupieux bir kez daha festi­val pro­gramının açık ara en acayip filmiyle karşımızda.


In­her­ent Vice / Gizli Kusur : Fes­ti­val sayesinde Paul Thomas An­der­son’ın filmini perd­ede izleme şansına erişmişken bu fırsatı geri tep­mek mümkün mü?


Güeros: Geçtiğimiz sene Berlin’de çıkan film, etk­i­leyici yönet­menliği sayesinde fes­ti­val takipçileri için bu uzun bek­leyişe değecek.


H. : Bu ale­gorik bil­imkurgu filmi, yüksek bütçe ve özel efek­tler yer­ine sizi düşündürtmek is­tiyor.



Jauja / Hayal Ülkesi : Lisan­dro Alonso toplu göster­i­m­ini ve de haliyle son filmi ‘Hayal Ülkesi’ni kaçırmayın.


Margarita, With A Straw / Hayatını Yaşa : İzleyici il­gisi ne düzeyde olur bilin­mez ama bu film fes­ti­val pro­gramındaki pek çok hit film­den rol çal­a­bile­cek potan­siyele sahip.


Work­ing­man’s Death / İşçinin Ölümü : Bazı seçkil­erde 2000’lerin en iyi filmleri arasında göster­ilen belge­sel, pek çok sine­ma­sever için hala kapalı bir kutu. İzlemek için bun­dan daha iyi bir fırsat ola­maz.


Lost River / Kayıp Nehir : Ryan Gosling’in adı ne­deniyle bu filme gide­cek­s­eniz yandınız. Ancak Lynch, Car­pen­ter, Mal­ick ve Gas­par Noe hayranıysanız doğru adrestesiniz.


Mariposa / Kele­bek : Ar­jan­tinli yönet­men Marco Berger’in son filmi, ‘Rast­lantının Böylesi’, ‘Kör Talih’, ‘Koş Lola Koş’ gibi film­lerle akraba.


Who’s Afraid of Vir­ginia Woolf? / Kim Ko­rkar Hain Kurt­tan? : Beyazperdenin bugüne kadar gördüğü en iyi tiy­a­tro oyunu uyarla­ması.


Red Army / Kızıl Ordu : Geçtiğimiz yılın en iyi belge­sel­lerinden.


Bird Peo­ple / Kuş İnsan­lar : Tuhaf bir masal niteliğin­deki film kusursuz ol­masa da son derece etk­i­leyici.


P’tit Quin­quin / Küçük Serseri : Mini seri olarak çek­ildiğine al­dan­mayın bu tam anlamıyla bir Bruno Du­mont filmi.


Il Gat­topardo / Leopar : Sinema tar­i­hinin en görkemli klasik­lerinden birini perd­ede izlemediy­s­eniz bu sene ilk bile­tinizi bu filme alın. İzlediy­s­eniz, zaten bir daha izle­mek isteye­ceksiniz.


Court / Mahkeme : Bol ödüllü film, zeki anlatısıyla mahkeme filmi alt-türüne yeni bir soluk ge­tiriyor.


It Fol­lows / Peşimdeki Şeytan : Korku sine­ması tar­i­hine adını altın harflerle kazıyacak bu filme git­mek için gerekirse tüm pro­gram­larınızı iptal edin.


Belye nochi pochtalona Alek­seya Tryapit­syna / Postacının Beyaz Geceleri : An­drei Kon­chalovsky’nin filmi, sıkı fes­ti­val takipçilerinin kesin­likle kaçırma­ması gereken­lerin başında geliyor.


Lu­cifer / Şeytan : Daire­sel “ton­doskop” for­matında çek­ilen sinema tar­i­hin­deki ilk film. Deney­sel tarzıyla dikkat çeken yönet­men Gust Van Den Berghe’nin üçlemesinin son halkası.


The Salt of the Earth / Toprağın Tuzu : Wim Wen­ders adeta ilk döne­mindeki for­muna yaklaşıyor.


Na­tional Gallery / Ulusal Müze : Lon­dra’daki Na­tional Gallery’i sinema tarhinin en iyi belge­sel­ci­lerinden Fred­er­ick Wise­man’ın gözüyle izle­meyi kim istemez?


Virunga: Oscar adayı belge­sel hakkında kulağımıza sadece iyi şeyler çalındı ve merak et­memek elde değil.


While We’re Young: Baum­bach’ın bir kez daha senaryosuyla ışıldadığı film, yönet­menin bugüne kadarki en eğlenceli işlerinden biri.

223

Bil ki sıradan şeyler paylaşılıp birlikte yaşanabilir. İnsan fazla mutlu olunca yalnız kalır; fazla mutsuz olunca da yalnız kalır. Öyledir: küçük çukuru herkes seninle beraber atlayabilir; ama uçurumda kimse seni takip edemez.
Panait Istrati

222



heyelan


bir ağzın konuşamadıklarından
okunur niyeti gecenin
uyku karanlıktır, dağılır
tılsımlı sesinle


kimselerin değilse
içimizde biriken heyelan
sarhoşlar fahişeler sokak köpekleri
kimselerin değilse


çıkar yüzünü ıssız odalardan
kaldır eteğini
bir suç al üstüne
dökülsün tenin.


tozan alkan - açık kapı

210


Türkiye’nin en prestijli ve en köklü sinema ödüllerinden 47. SİYAD ödülleri geçtiğimiz hafta verildi. Törenin yayınında ortaya çıkan bu kare belki de ülkemizde sinemanın, sanatın düştüğü içler acısı durumu özetler nitelikte. 
(Alkan Avcıoğlu - 20 Mart 2015 BirGün)


SİYAD Ödülleri bu ülkede sinema sektörünün nadir güzel­lik­lerinden birisi. Sanat alanında uzun soluklu bir şey­lerin var olmasının neredeyse imkansız hale getirildiği bu toprak­larda 47.​si düzen­le­nen bu ödül töreni, ben­zer pek çok törenin ak­sine neredeyse sıfır bütçeyle gerçekleştir­iliyor. Kısıtlı imkan­larla düzen­le­nen bu ödül töreninde ak­saklıklar yok değil mi? El­bette ki var, imkan­ları çok daha geniş olan tören­lerde olduğu gibi. Fakat sinema yazarlarının oylarıyla or­taya çıkan ödüller sinema sektörüne pek çok yönden fayda sağlamakta. Yine de buna rağmen bazı kes­im­lerce neredeyse düşmanca karşılanır bu tören. Bazı yazarlar kalem­lerini her se­ferinde bu ödül töreni de son­lansın, yok olsun istercesine kuşanır. Sanatın varlığına git­gide kat­lana­mayan ve kültür düşmanı bir iklime doğru sürükle­nen bir toplumda normaldir deyip geçelim. Ama SİYAD Ödülleri’nin Türkiye’nin en önemli birkaç ödül törenin­den biri olduğu da inkar edile­mez bir gerçek. 


Bu sene bu ödül töreninde özel dere­cede önem taşıyan bir seçimin ilk 10 filmi açıklandı. Sine­mamızın 100. Yılı vesile­siyle sinema yazarlarının oyları ile Yüzyılın 100 Filmi seçildi. İlk 10 film açıklandığında, sahnede olan sanatçılarla bir­likte oluşan tablo un­utul­maz türdendi. Nor­mal şart­larda bir ülkede, o ülkenin sinema yazarları birliği, 47.​si düzen­le­nen bir ödül töreninde o ülkenin sine­masının yüzyılın en iy­i­lerini açıklarsa bu hangi ülke olursa olsun sektörün en önemli olay­larından birine dönüşür. Tam da bu yüzden “Yüzyılın 100 Filmi” son yılların en saygın seçki­lerinden biri.


Şimdi tören yayınından aldığımız kar­eye dikkatli bakalım ve şöyle düşünelim: Sektörün en presti­jli ödüllerinden biri ver­ilmekte. “Yüzyılın 100 Filmi” seçilmiş. 1 nu­marada Yılmaz Güney’in un­utul­maz filmi ‘Umut’ var. Yayıncı ku­ruluşun derdi ise sine­mamızın en iy­isinin seçilmesi falan değil, bu film­den gir­ilen 10-15 saniye­lik VTR’yi mozaik­le­mek. Kendi sinema tar­i­himizin en iy­isinin deklare edildiği bu anda bu en iyi filme neyi layık görüyoruz toplum olarak? Böyle­sine bir anda o film­den gir­ilen VTR’yi mozaik­lemiş olmak toplum olarak sinema sanatına duyduğumuz saygının çarpıcı bir özeti. El­bette ki ba­hane hazır: RTÜK. RTÜK mevzu­at­larında ekrana gelen her sigara görüntüsünün mozaik­len­mesi gibi bir ifade yok. Ama ik­ti­darın ide­olo­jik bir aygıtı olarak me­dyanın baskıyı, sansürü içselleştirdiği ve adeta yeniden üreti­cisi ha­line geldiği bir ülkede bun­ları sağlıklı bir şek­ilde tartışmak imkansız.


Dahası yayıncının VTR’lerde gösterdiği özen­si­z­lik sektörün pro­fesy­onel an­lamda hangi se­viyede olduğunu gözler önüne seriyor. Sinema tar­i­himizin en iyi filmi seçilmiş; bu film için gir­ilen VTR’deki görüntünün çözünürlüğü/kalitesi inanılacak gibi değil. Başka bir ülkede, o ülkenin tartışmasız klasik­lerinden biri ha­line gelmiş bir filmin Blu­ray baskısı bile olur, kanal­ların arşivinde o film­den görüntüler bu­lunur…


Sinema tar­i­himizin en iyi filmine neredeyse in­ter­net­ten in­dirilme dandik bir video kalite­sine eşdeğer bir VTR’yi layık bul­duk, VTR’deki sigarayı da sanata duyduğumuz saygının bir sem­bolü olarak mozaik­ledik. Hadi diye­lim tüm bun­lar nor­mal, alıştık, kanıksadık bu ülkede. Fakat dahası var. Kul­lanılan görüntü ‘Umut’ filmine bile ait değil!


'Umut' fil­min­den ol­mayan ve neye ait olduğu belli ol­mayan bir görüntü bulan, bu görüntüden VTR yaratıp bir de mozaikleyen kültür ve sanat dostu TV kanalı içinde bu­lunduğumuz du­rumu en iyi şek­ilde özetliyor. Bu­radaki sorun salt olarak ne bu teknik hata ile, ne amatörlük ile, ne yayıncı ile, ne de RTÜK mevzu­at­larının fütur­suzca uygu­lan­ması ile değil. Bu­radaki sorun hala büyük resme bakarak ne hale geldiğimizi göre­memekte. Yıllardır sansürün en tuhaf ve gelişmiş bir ver­siy­onu olan mozaik­leme olayını TV kanal­larında birer sanat eseri olan sinema film­ler­ine uygu­luy­oruz. Üste­lik bunu paralı sinema kanal­larında bile uygu­layan yeryüzündeki tek ülkeyiz. Neredeyse RTÜK dahil herkes paralı sinema kanal­larına farklı bir mevzuat uygu­lan­ması gerektiğinin yıllardır farkında. Ama umu­ru­muzda değil, çünkü sanat ve kültür kendi ülkesinin en eski sinema sa­lo­nunu yıkmakta bir beis görmeyen bu toplumun umu­runda değil. Sanat es­erinin bütünlüğünü paramparça eden bu mozaik­leme uygu­la­masını yıllar içerisinde öyle güzel içselleştirdik ki ne zaman görsek nor­mal geliyor. Öyle nor­mal geliyor ki kanal­ların RTÜK'e karşı du­ru­munu düşünüp “Ee onlar ne yapsın” diy­erek hak veriy­oruz. Yıllardır sinema sanatını TV kanal­larında katlet­m­eye öyle bir alıştık ki bir VTR'ye mozaik uygu­la­mak bile nor­mal, sıradan geliyor. Böyle bir kültürel sar­malın içerisinde sanatın ne olduğunu da un­utu­ruz, sinema tar­i­himizin en önemli film­lerini de un­utu­ruz, yer­ler­ine başka görüntüler bu­lu­ruz.


İçinde ‘Umut’ filminin olmadığı bu kare, bu yüzden umut­su­zluğumuzun komedi ile va­hamet arasındaki ince çizgiyi çoktan geçmiş bir sem­bolü. Sanırım hep­imiz Her­bert Mar­cuse’nin kavramlaştırdığı “Tek Boyutlu İnsan”a dönüştük bile. Tek boyutlu toplumu­muzda sanata da vic­dana da yer yok.

205


"Evimiz o zamanlar kocaman bir yokluktu." cümlesi ile başlayan, anne-baba ve doğanın gerçeklik duygusuyla beliriverdiği öykülerden oluşan "Avcısını Taşıyan Ceylan" idi "7.Oda Okuma Kulübü"nün okuduğu 7.kitap..  

Ve kitabı yazarı ile değerlendirmek üzere 20 Mart akşamı Erkan Aslan'ı misafir ettik cafemizde.. 

Kapak tasarımına ve adına görür görmez hayran kaldım kitabın söyleşisinden kendime karaladığım birkaç not:

** İnsan yalnızken daha gürültülü oluyor. 
** Erkan Aslan'ın üniversitede tez konusu: 'Kafka'da Korku ve Baba" imiş. Okumak isterdim doğrusu. 
** Kitabını yazarken ilk önce ilk cümleyi yazmış pek yazarın aksine. İlk cümle çok önemli evet diyor ve bazen öyküyü yazdıran şey zaten ilk cümle oluyormuş.
** Yazının kendi bilinci var. Her şey yazmadan önce planlanmıyor veya yazarken nelerin ortaya çıkacağı kestirilemiyor. Örneğin rüyada bir şeylerin açığa çıkması gibi..
** İlk sakatlık aileden geliyor. 


201

"Hayat tahayyül edebildiğimiz kadardır. Bütün dünyası tarlasından ibaret olan köylünün gözünde, o tarla bir imparatorluktur. Caesar'ın gözünde ise azımsadığı imparatorluğu topu topu bir tarla kadardır. Fakir insanın bir imparatorluğu var, güçlü olanın ise altı üstü bir tarlası. Aslına bakılacak olursa, sahip olduğumuz tek şey izlenimlerdir."

Fernando Pessoa - Huzursuzluğun Kitabı

200



Isao Takahata’nın son filmi "Prenses Kaguya Masalı / The Tale of the Princess Kaguya" gösterime girmişken sinema tarihinin en iyi animasyonlarına bir göz atalım.


image


"Ateşböcek­lerinin Mezarı / The Grave of the Fire­flies" gibi klasik­lere imza atmış Isao Taka­hata'nın son filmi "Prenses Kaguya Masalı / The Tale of Princess Kaguya" bu hafta sine­malarda göster­ime giriyor. 'Prenses Kaguya Masalı' yılın en iy­i­lerinden biri ve sine­ma­sev­er­lerin bu filmi sa­londa izleme şansını kaçırmaması lazım. Nitekim sadece çocuk­lara hitap eden, eğlence ve mac­era dolu dublajlı ani­masy­on­lar dışındaki bir an­i­masy­onun ori­ji­nal dilinde vizy­ona girmesi nadiren gerçekleşiyor bu toprak­larda. Hal böyle ol­unca sine­fillerin, sıkı fes­ti­val takipçilerinin bile an­i­masy­on­lara il­gisi ve talebi git­tikçe azalıyor. Yurtdışında eleştir­men­lerin övgüsüne boğulmuş pek çok an­i­masyon bu­ralara uğra­ma­maya başlıyor, kültürel çember gün be gün daralıyor. Biz de bu hafta sinema tar­i­hinde bir yolculuğa çıkalım ve tüm za­man­ların en iyi an­i­masy­on­larını derleye­lim iste­dik. An­i­masyon türünde en iy­iler tarzında lis­telere pek sık rastlanmıyor. Ancak gişe canavarı an­i­masyon film­lerin öte­sine uzanınca, perdenin gerisinde, es­kimeyen klasik­lerle ve görsel an­lamda son derece ye­ni­likçi başyapıtlarla dolu bir liste bek­liyor si­z­leri.

30. Wak­ing Life / Hayata Uyanmak (2001): Richard Lin­klater’in hayal gücünün en zen­gin örnek­lerinden biri olan film, kusurlarına rağmen görsel gücü sayesinde ben­z­er­si­zleşiyor.



29. Mary and Max / Mary ve Max (2009): Melanko­lik dünyasını gri ağırlıklı bir renk paleti ve ben­z­er­siz bir görsel at­mos­fer ku­rarak veren bu stop-mo­tion mutlaka izlen­mesi gereken­ler­den.



28. Wa­ter­ship Down / Watership Tepesi (1978): Cri­te­rion Col­lec­tion baskısı bile olan kült bir an­i­masyon. An­i­masyon türünün imkan­larının distopik ale­go­riler için ne kadar elverişli olduğunun bir ispatı.


27. Cora­line / Koralin ve Gizli Dünya (2009): Aslında 3-boyutlu izlemesi elzem olan çok az an­i­masyon var. Ve ‘Cora­line’ bun­ların başını çekiyor. Filmin ko­rku­tucu ve fan­tastik hikaye evreni un­utul­may­a­cak bir görsel­likle perd­eye aktarılmış.



26. The Tale of the Fox (1930): Sinema tar­i­hinin ilk uzun me­trajlı stop-mo­tion an­i­masy­onu, hala en iy­i­lerinden…



25. Wall-E / Vol-İ (2008): Pixar’ın dra­matik de­rinliği en iyi kur­gu­lanmış filmlerinden biri. ‘Wall-E’ iyi hikaye an­lat­mak için diyalogların bir gereklilik olmadığını is­pat­layan film­ler­den.



24. Wal­lace & Gromit: The Curse of the Were-Rab­bit / Wallace ve Gromit Yaramaz Tavşana Karşı (2005): Karşı konu­la­maz bir İngiliz mizahıyla ve sessiz sinema döne­minden ödünç alınmış hikaye anlatımı tekniklerinin kusursuz bir karışımı.



23. Dumbo (1941): Sıklıkla hitap ettiği kitlenin sadece küçük çocuk­lar olduğu gibi bir yanlış düşüncenin kur­banı olan bu film, aslında Chap­lin ve Buster Keaton film­leriyle be­raber anılmayı hak eden bir şah­eser.


22. Wolf Chil­dren (2012): Yeni Miyazaki’yle tanışın; gele­cekte adını daha sık duy­acağımız Mamoru Hosoda’nın ‘Wolf Chil­dren’ı za­mana karşı direnecek bir klasik.


21. Waltz With Bashir / Beşir'le Vals (2008): Gerçek olay­lar­dan uyarlanan ve sayısız ödül kazanmış olan ‘Beşir’le Vals’ ye­ni­likçi ve hafızalar­dan asla çıkmay­a­cak bir film.



20. Heavy Traf­fic (1973): ‘Fritz the Cat’in yönet­meni Ralph Baksh’ın en iyi ve en çılgın çalışması.



19. Akira (1988): Adeta tek başına anime türünü tem­sil ede­cek kadar ikonikleşmiş bir film.


18. The Night­mare Be­fore Christ­mas (1993): Filmi yönetmese de yapımcısı ve yazarı Tim Bur­ton’ın is­miyle adeta özdeşleşen bu film 1990’ların en özgün çalışmalarından biri.



17. Princess Mononoke / Prenses Mononoke (1997): Miyazaki’nin en derinlikli işlerinden biri. Bir­den fazla izlen­meyi hak eden bir klasik.


16. The Plague Dogs (1982): Richard Adams’ın romanından uyarlanan bu animasy­onun görünüşü sizi al­dat­masın, bu iç parçalayan film yetişkin­leri birer çocuk gibi ağlata­bilir.



15. Pa­prika (2006): Kuşkusuz ki bu film yer­ine Satoshi Kon’un bir başka çığır açan an­i­masy­onu ‘Per­fect Blue’ da seçilebilirdi. ‘Pa­prika’ yönet­menin hayal gücünü ve ustalığını biraz daha ileri götürüyor.



14. The Triplets of Belleville / Belleville'de Randevu (2003): İki dalda Oscar adayı olan bu an­i­masyon Jacques Tati il­hamlı özgün bir çalışma.



13. Perse­po­lis (2007): Gerek hikaye anlatımındaki biçimsel ter­cih­leri, gerek bir döneme ve bir ülkeye dair bir kültürel füzyon sayıla­bile­cek film yine de nihayetinde kişisel olmayı başara­cak kadar usta işi.



12. Alice (1988): Jan Svankma­jer çocuk­lar için fa­zlaca gerçeküstü ve çılgın ola­bilir ama yaratıcılık konusunda çıtayı kim­s­enin erişemeyeceği bir yere yükseltiyor.



11. Bambi (1942): Tasarımları, renk paleti ve müziğiyle adeta nefes kesen film, Dis­ney’in hala zirve işlerinden biri.



10. Con­sum­ing Spir­its (2012): Chris Sul­li­van’ın yapımı 15 yıla yakın süren filmi, tür içerisinde tartışmasız bir kilo­me­tre taşı. Ben­z­er­siz ve duy­gusal gücü son derece yüksek.



9. The Grave of the Fire­flies / Ateşböceklerinin Mezarı (1988): Stu­dio Ghi­bli’nin en güzel ve en hüzünlü an­i­masy­on­larından biri.



8. Yel­low Sub­ma­rine (1968): Görsel an­lamda ye­ni­likçi olan bu The Bea­t­les an­i­masy­onu psikede­lik, eğlenceli ve ben­z­er­siz.


7. Toy Story / Oyuncak Hikayesi 
(1995): Serinin devam film­leri de ilk filmi arat­may­a­cak kadar iyi ancak şüph­e­siz ki ilk filmin yeri apayrı. Sine­manın büyüsünü so­nuna kadar hissedeceğiniz o özel an­i­masy­on­ların belki de en özeli.


6. Fan­ta­sia (1940): Pek çok farklı düzeyde çığır açıcı ve ye­ni­likçi olan ‘Fan­ta­sia’ klasik müzikle an­i­masy­onun eşsiz bir birleşimi.



5. The In­cred­i­bles / İnanılmaz Aile (2004): Brad Bird’ün ilk filmi ‘The Iron Giant’ veya ‘Rata­touille’ da bu list­ede kendine yer bu­la­bilirdi. Ancak ‘The In­cred­i­bles’ Pixar’dan çıkan hala en olgun çalışma ve her iz­leyişte kıymeti artıyor.


4. My Neigh­bour To­toro / Komşum Totoro (1988): Miyazaki’nin es­kimeyen klasiği, beyazper­denin göre­bileceği en büyüleyici an­i­masy­on­larından biri. Torun­larınız ve torun­larınızın çocuk­ları da ‘Komşum To­toro’yu izliyor ola­cak.



3. Fan­tas­tic Planet (1973): Cannes’da Jüri Büyük Ödülü kazanan bu gerçeküstü an­i­masyon, un­utul­maz sound­trackiyle bir­likte sinema tar­i­hinin en eşsiz çalışmalarından biri.



2. Spir­ited Away / Ruhların Kaçışı (2001): Tüm za­man­ların en büyük anime sanatçısı olarak değer­lendirilen Hayao Miyazaki’nin başyapıtı, 21. yüzyılın kilo­me­tre taşı film­lerinden biri.



1. It’s Such a Beau­ti­ful Day (2012): Her fırsatta sinema tar­i­hinin en nite­likli an­i­masy­on­larından biri olduğu dile ge­tir­ilen bu film pek çokları için hala gömülü bir hazine. Don Hertzfeld’in nev-i şahsına münhasır yaratıcılığı ve dehası ile dolu bu film ken­di­nizi sorgu­lay­acağınız ve hay­ata bakış açınızı değiştire­cek bir sanat eseri.



(13 Mart 2015 / BirGün)

185

Sinema Yazarları Derneği'ne (SİYAD) göre 100 Yılın En İyi 10 Türk Filmi


1. Umut - Yılmaz Güney

2. Yol - Şerif Gören

3. Sevmek Zamanı - Metin Erksan

4. Anayurt Oteli - Ömer Kavur

5. Vesikalı Yarim - Ömer Lütfi Akad

6. Muhsin Bey - Yavuz Turgul

7. Sürü – Zeki Ökten

8. Selvi Boylum Al Yazmalım – Atıf Yılmaz

9. Masumiyet - Zeki Demirkubuz

10. Bir Zamanlar Anadolu’da- Nuri Bilge Ceylan

180

47. SİYAD Türk Sineması Ödülleri sahiplerini buldu. Geceye damgasını KIŞ UYKUSU vurdu..


En İyi Film: Kış Uykusu
En İyi Yönetim: Nuri Bilge Ceylan - Kış Uykusu
En İyi Senaryo: Deniz Akçay - Köksüz
En İyi Erkek Oyuncu Performansı: Haluk Bilginer - Kış Uykusu
En İyi Kadın Oyuncu Performansı: Melisa Sözen - Kış Uykusu
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Performansı: Ayberk Pekcan - Kış Uykusu
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Performansı: Lale Başar - Köksüz
En İyi Görüntü Yönetimi: Gökhan Tiryaki – Kış Uykusu
En İyi Müzik: Kenan Doğulu - Unutursam Fısılda
En iyi Sanat Yönetimi: Soydan Kuş - Unutursam Fısılda
En iyi Kurgu: Yorgos Mavropsaridis - Sivas
En İyi Belgesel: Tepecik Hayal Okulu
En iyi Kısa Film: Müjdeler Var Yurdumun Toprağına Taşına, Erdi Sinemam 100 Şeref Yaşına!
En İyi Yabancı Film: 2 days 1 night
Onur Ödülü: Genco Erkal
Onur Ödülü: Attila Özdemiroğlu
Onur Ödülü: Nebahat Çehre
Onur Ödülü: Yavuz Turgul

167


Bu hafta Tim Bur­ton’ın 17. filmi ‘Big Eyes / Büyük Gözler’in göster­ime girme­si vesile­siyle geçmişe bir uzanalım ve yönet­menin en iyi film­lerini hatırlayalım iste­dik.



Tim Bur­ton, günümüzün en popüler ve imzası en fazla tanınan yönetmenlerinden birisi. Hikayeden önce biçimi akıllara ge­tiren bir yönet­men. Gotik üzerine kök salmış görsel dünyası, toplumun dışında ve adeta başka bir dünyaya ait başkarak­ter­ler, kendine özgü hayal gücü, naif ve çocuksu romantizmi yönetmenin alamet-i farikaları. Her şeyden önce kendine özgü atmos­ferleriyle ve karak­ter­leriyle anılan bu tarzıyla da sine­ma­sev­er­lerin hafızalarında pek çok klasikle yer etti Bur­ton. Ancak ilginçtir ki kariy­erinin ik­inci yarısı neredeyse kendi tarzının par­o­di­sine dönüşecek kadar yüzey­selleşti. Popüler sinema tar­i­hine geçen ve adıyla özdeşleşen film­ler, fil­mo­grafisinin ilk yarısında birikmiş du­rumda. Pek çoklarına göre ‘Corpse Bride / Ölü Gelin’ dışında 2000’lerdeki film­lerinde bir hayat kıvılcımı bu­lun­muyor. Bu hafta sinemalara konuk olan 17. filmi ‘Big Eyes / Büyük Gözler’ bu gidişattan farklı bir yöne sap­maya çalışan bir film. Ancak yine de yönet­menin for­mda olduğu dönem­lerdeki si­hirli dokunuşunu aratıyor. Biz de bu hafta bu nev-i şahsına münhasır yönet­menin en iy­i­lerini hatırlayalım dedik. Hiç tesadüf değil ki, aşağıdaki film­lerin tamamı kariyerinin ilk yarısında peş peşe sıralanıyor.


Beter Böcek / Beetle­juice - 1988

Yönet­menin ban­liyöler­den fan­tastik di­yarlara açılan bir kapı görevi gören filmlerinin en kaçık ve en abartısı. Bur­ton henüz bu ik­inci yönet­men­lik denemesinde bu absürt ve çılgın mizahın altının boş kalma­ması için hikaye evrenini hariku­lade bir şek­ilde görselleştiriyor. 1988 tar­ihli bu popüler klasiğin bit­mek tüken­meyen en­er­jisinde Michael Keaton’ın payı da büyük.




Bat­man - 1989

Hala en iyi Bat­man uyarla­ması olarak anılması bir tesadüf değil. Bur­ton’ın çizgi romanın evrenini de­rinden kavrayışı, hikayeyi olağanüstü bir tasavvur ve yaratıcılıkla uyarla­masına imkan verdi. Alman Dışavu­rum­culuğu il­hamlı sanat tasarımı bugün hala bu alanda sinema tar­i­hinin zirve nok­ta­larından birisi. Burton, akıllar­dan çıkmay­a­cak bir Gotham yaratırken karak­ter­lere ge­tirdiği çelişkili boyutla Bat­man’in ekran mac­erasını camp ol­mak­tan son­suza kadar çıkardı.




Makas Eller / Ed­ward Scis­sorhands - 1990

Bur­ton, "Bat­man"in ardından bir gişe canavarı daha çekmek yer­ine, majör stüdy­oların çark­larından uzak ‘Makas Eller’i çek­meyi ter­cih etti. Ve or­taya bir Tim Bur­ton filmi de­nil­ince akla gelen ilk örnek­ler­den biri olan, sıradışı ve dokunaklı bu başyapıt çıktı. Bur­ton’ın evre­nine ait her öğenin içinde bu­lunduğu bu tuhaf ve mod­ern masalda, Jo­hhny Depp ikonik per­for­manslarının belki de en an­lamlısına imza attı.




Bat­man Dönüyor / Bat­man Re­turns - 1992

"Bat­man"e kıyasla çok daha kişisel bir uyarlama sayılması gereken "Bat­man Dönüyor" serinin günümüzdeki örnek­leri dahil en karanlık film­lerinden biri. Belki 1989 tar­ihli "Bat­man" kadar iyi değil ama ondan daha fazla Tim Bur­ton'la özdeşleşen ve kimi an­lam­larda daha nite­likli bir uyarlama olduğu tartışmasız. İlk filmin olağanüstü yapım tasarımı ve görsel yaratıcılığından hiç de aşağı kalmayan "Bat­man Dönüyor"un ardından Warner Bros, Tim Bur­ton'ı serinin yönet­men­lik koltuğundan aldı.




Ed Wood - 1994

Pek çok Tim Bur­ton hayranının fa­vori filmi olan ‘Ed Wood’ şüph­e­siz ki yönetmenin gişe başarısı bol film­lerle dolu fil­mo­grafisinde tozlu çek­me­cel­erde kalan bir film. Ama Bur­ton’ın tutkusu­nun perd­ede en fazla hissedildiği filmi de açık ara ‘Ed Wood’ diye­bil­i­riz. Sinema tar­i­hinin en kötü yönet­meni olarak nam salmış Ed Wood’un hikayesini an­la­tan film, ucuz ve bas­makalıp bir mizahi yaklaşımı elinin ter­siyle iterek Tim Bur­ton’ın B-tipi film­lere olan aşkını son derece iyi yazılmış bir senary­oyla perd­eye taşıyor.




(6 Mart 2015 / BirGün)

170

Alice Guy-Blaché (1873 - 1968) tarihin ilk kadın yönetmeni ve 1896’da yaptığı ilk filmle tarihin ilk kurgusal sinema eserini veren isimlerden biri. Kendisinin 24 yıllık yönetmenlik, senaristlik ve yapımcılık kariyeri, yedinci sanatın ilk isimleri baz alındığında en uzun kariyerdir. 1896’dan 1920’ye kadar 1000’den fazla film yönetmiştir ve bunlardan 350 kadarı bugüne kadar kurtulmayı başarmıştır. 22 tanesi de uzun metrajlı film olarak kabul görür.

Sadece sinema tarihi için değil, dünya kadın tarihi için de oldukça önemli bir insan Alice Guy-Blaché. Onun 1896 yılında çektiği ve 1 dakika bile olmayan ilk filmi La Fée aux Choux / The Cabbage Fairy / Lahana Perisi (1896)
ise ne mutlu ki bugünlere kadar gelmeyi başarmış. Fakat 1000’den fazla film çekmiş bir efsanenin 600 kadar filmi ise kayıp.


Lahana Perisi'ni izlemek isterseniz:



Kaynak: Sinematopya

166



*fotoğraf: Fatoş Avcıoğlu

"Birini sevmek, her şeyi riske atmaktır ve genelde buna değer. Bizi özgür bırakan tek şey aşktır."

- 86 yaşında yitirdiğimiz yazar, şair, sanatçı ve aktivist Maya Angleou -

165

Eveeeettt Mart şarkımı da buldum.. Ya da şarkım beni buldu :) 

Geçen hafta kardeşimin cafede dinletmem için tavsiye edip çektiği şarkıların içinden çıktı karşıma üç gece önce.. 

Yıllar önce "On My Shoulders" adlı şarkılarıyla kendilerini sevdiğim grup The Do'dan bir şarkıydı.. Üç gecedir olduğu gibi belli ki daha gecelerce tek şarkı olarak dinlemeye devam edeceğim..

Öyleyse şimdi gözleri kapatıp dans etme vakti..

The Do - Too Insistent (Trentemoller Remix)




Dinlemek isteyenler için:
Ocak şarkımMØ - New Year’s Eve
Şubat şarkım : John Legend & Common - Glory

155


GÖSTERİŞİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Oscar sezonu, !F İstanbul derken hızlı kurgu, hareketli kamera, aşırı süslü müzikler, tüm sahneyi kaplamaya çalışan oyunculuklar, tişörte basılası repliklerle dolu diyaloglar, aşırı stilize anlatımlar, tek plan gibi kerameti kendinden menkul filmlerle dolup taştı bünyemiz. Dramatik yapının ABC’sini basitçe kurmakla yetinmeyi bilen yalın ve mütevazı anlatımlara hasret kaldık.





Son haf­ta­larda girdiğim film mara­to­nunda kendimi pek çok kez "eve gidip bir Bres­son filmi mi izle­sem" derken bul­dum. Günümüzde, yönet­men­ler­in ­pek çoğu en pahalı ve en süslü tüm oyun­cak­larını odasının her köşesine yayıp oyna­maya çalışan çocuk­lar gibi. Tek bir oyun­cakla yet­in­mek ve onun üstüne kafa yor­mak nadir rast­lanan bir özel­lik. Dra­matik yapıyı sağlam kur­mak için mese­lenin özüne odak­lanıp fa­zlalıklar­dan arınmak şu ar­alar sine­mada pek moda ol­masa gerek. Çevrem­izde ses ge­tiren film­lere bakarsak id­dialı, gösterişçi, ezberci, abartılı veya hip olmak şu ar­alar sine­mada en geçerli akçe olmalı. !F İstan­bul’un en fazla ses ge­tiren film­lerinin başını çeken İran Vam­pir West­ern’i ‘Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız’ kendi fikrine o kadar aşık ki, fikri hikayeleştireme­den stilize görüntülerinin üzer­ine hip­ster­ların gönlünü çele­cek şahane müzik­leri dayayınca iş tamam sanıyor. Geçen hafta vizy­ona giren Xavier Dolan’ın ‘Mommy’si tüm oyun­baz fikir­lerinden arınsa hala özünde aynı dere­cede iyi bir film. Hatta bi­lakis Dolan’ın görsel den­emelere bayılan zıpırlığı kim­i­ler­ine göre filmin iyi yan­larının gücünü azaltıyor. Haf­ta­lardır sa­lon­lara iz­leyi­ci­lerin akın etmesini sağla­yarak yüzümüzü güldüren ‘Whiplash’, davul üzerindeki terli ve kanlı bagetlere plonje yakın çekim­ler­den gözünü hırs bürümüş yakın çekim­lere ke­serek per­for­mansını di­namik ve hızlı bir kur­gu­nun üzer­ine temel atıyor. Bu her daim işleyen formülün o kadar iyi (ve de artık Oscar tescilli) bir uygu­la­ması ki, kur­gusun­dan hızını ala­mayıp geriye ne kadar faşist bir mesaj bıraktığının farkına bile varamıyor. 



Oscar’ın taze şampiy­onu ‘Bird­man’ başından so­nuna tek planmış gibi gözükmeye çalışarak hal­i­hazırda epey id­dialı bir şey ya­parken, bunu en az bir o kadar id­dialı olan sıradışı bir sound­track kul­lanımıyla, ve en az bun­lar kadar id­dialı bir şek­ilde post­mod­ern aforizma niyetine vu­rucu rep­lik­lerle kuşatıyor. Nor­mal şart­larda bun­lar­dan her­hangi birisi başlı başına bir filmi id­dialı yap­maya yete­cekken bu fiyakalı film, diyaloglarından kam­erasına, oyun­cu­luk­larından müzik kul­lanımına kadar “elimi attığım her şeyde id­dialıyım” diye­cek kadar gösterişçi olmayı lehine çevire­biliyor. Tüm bun­lar yet­mezmiş gibi başkarak­terin zi­h­ninin içini iz­leyi­ciye göstere­cek kadar da öznel olmayı is­tiyor. Ama bu da yet­miyor, bu öznelliğe rağmen iz­leyici başkarak­terin olmadığı yer­lerde dolaşıp Ed­ward Nor­ton’un ağzından Emma Stone’a dökülen etk­i­leyici rep­lik­leri duy­sun is­tiyor. Dra­matik an­lamda hangisi fa­zlalık veya es­tetik ter­cih­lerin altı yeter­ince dolu mu mühim değil artık. İnsan bir Hitch­cock fil­min­deki karak­ter­ler ve iz­leyici arasında özenle ku­rulmuş bilgi hiy­erarşisini, bir Bres­son filminin hikayenin amacına göre süsler­den arındırılmış yapısını özlemiyor değil.


Sine­mada ve senary­oda hikaye ar­it­metiği üzer­ine en fazla düşünen isim­ler­den biri David Mamet “Film Yönet­mek Üzer­ine” adlı kitabında yönet­men­lerin çekim tekniklerinde ilginç olanı ter­cih etme eğil­i­m­ini eleştirirken Hem­ing­way’den alıntı yapar: “Öyküyü yaz, tüm güzel satırları çıkar ve öykünün hala işe yarayıp yara­madığına karar ver.” Mamet’in dedik­lerinden yola çıkarsak iyi bir yazar gibi iyi bir yönet­men de bu­damayı öğrenerek, süs ve görsel be­tim­ler­den kaçınarak daha iyiye ulaşır.


Fa­zlalıklarla dolu gösterişçi film­ler arasında yorulduğumda son yıllarda git­gide artan bir şek­ilde belge­sellere sığınırken bu­luy­o­rum kendimi. Tuhaf ama gerçek; pek çok belge­sel ince nüanslar üzerinden istediği anlamı nasıl yarat­acağı, kur­gusunu nasıl ya­pacağı, kam­erayı ner­eye yerleştireceği üzer­ine kur­maca film­ler­den daha fazla kafa yoruyor. ‘Boyun Eğmez’in abartılı anlatımını ya da ‘Ke­skin Nişancı’nın “çatışma sah­nelerini hareketli omuz kam­erasıyla çektik mi iz­leyi­ciye o en­er­jiyi his­set­tir­i­riz” ko­laycılığını düşünün. 



David Mamet aynı ki­tapta şöyle yazıyordu: “Steadicam, diğer teknolo­jik mu­cizeler gibi pek çok zarara yol açtı. Amerikan film­ler­ine zarar verdi. Kahra­manın etrafında gez­in­meyi o kadar ko­laylaştırdı ki artık kimse ‘çekim nedir?’ ya da ‘kam­erayı ner­eye koy­mam gerekiyor’ diye düşünmüyor.” Steadicam değil belki ama hareketli omuz kam­erası günümüz sine­masının en ko­laycı norm­larından biri. Bu norm o kadar yaygın bir şek­ilde içselleştir­ildi ki, “kahra­manın etrafında gez­in­mek” bu kadar kolay ol­masa acaba yönet­men­ler “hikayemi hangi planla en ekonomik bir şek­ilde anlatırım?” üzer­ine daha fazla kafa yorar mıydı bil­in­mez. Ama şurası kesin, görsel ve işitsel anlatım ter­cih­lerinde ekonomik olmak ticari sine­mada bu ar­alar pek geçerli bir akçe değil.

(27 Şubat 2015 / BirGün)

158

92 yaşında hayatını kaybeden Yaşar Kemal'in 1951 yılındaki ilk yazısı..



Diyarbakırdaki göçmen köylerini gezerken neler gördüm?

1939 yılında Bulgaristandan gelen göçmenlerin bir kısmı da Diyarbakır ovasına yerleştirilmiştir. Ben, Diyarbakır köylüklerini gezerken, en çok bu göçmen köyleri üzerinde durdum. İşte bu yazım, onların hazin maceralarını anlatır.


Hikâye:

Yer, Diyarbakır’ın 21 kilometre doğusunda Ambar çayının kenarındaki köprübaşıdır.

Buraya üzeri kiremitli, iki göz, bir de ahır ile 94 ev yapılıyor. Kuruluş, plan üzerine ve gayet güzel. Bir tepenin yamacı. Bu 94 eve 500’den fazla göçmen koyuyorlar. Köyün adı da Köprübaşı oluyor.

Hükümet göçmenlere, birer çift öküz, birer pulluk, tohumluk -tohumluğu beş yıl üst üste veriyor- bir yıl süresince de büyüklere 20 kilo, küçüklere 10 kilo olmak üzere buğday veriyor.

Bir defaya mahsus da birer kilo zeytin dağıtıyor. Otuzar dönüm de toprak tevzi ediyor. Buraya kadar olanına güzel diyelim. Kör topal idare edilir diyelim.

Ya sonra? İşte orası kötü. Orası yürekler acısı.

Yaz ayları... Diyarbakır ovasının o insanı yakıp kavuran sarı sıcağı... Kuşlar bile dökülüp kalıyorlar sıcaktan. Sivrisinek bulut misali. Su yok. Ambar çayının üstüne çeltik ekmişler.

Çeltiğin ayakları çaya dökülüyor. Su, bu sebebden, sarı, zehir gibi akıyor. İçen bir daha doğrulamıyor. Gitti gider! Başka da su yok. Kuyuların suyu var ya, o daha kötü. hem de kuruyor. Hastalanmadık kimse kalmıyor göçmenlerden.

Geldiklerinin birinci ayında 120 can veriyorlar kara toprağa. Herkes hasta, köy ıpıssız. Ölüleri bile kaldıran yok.

Evlerde kokup kalıyorlar. Birinde iki gündür gömülemiyen bir ölüyü, köye yolları düşen iki ilkokul müfettişi defnediyor.

Şumnu’nun, Deliorman’ın havası, sonra da Diyarbakır’ın çölü. Dayanılır mı? Bütün hata burada işte.

Muhite intibak meselesi. Etüdsüz, plansız bir yerleştirme.

Ölenler ölüyor. Kalan sağlar da Köprübaşı’nı bırakıp başka yerlere göçüyorlar. İkinci bir göçmenlik. 94 evden ancak 8 ev kalıyor köyde.

Gidenlerden bir kısmı bir, iki, üç yıl sonra, gittikleri yerlerde de barınamayıp geri dönüyorlar köylerine. Geri dönüyorlar ama, ne üstte üst, ne başta baş, ne öküz kalmış, ne pulluk.

Hükümet bunlara ikinci defa olarak pulluk, öküz ve tohum veriyor. Bu da üçüncü göçmenlik.

Geliyorlar, yerleşiyorlar ama, beş yıl zürriyet türemiyor bunlardan. Beş yıldan sonra yavaş yavaş doğum başlıyor.

Diyarbakır ovasına yerleştirilmiş bulunan göçmenlerin hepsinin başına gelenler, tıpıtıpına yukarıda anlatılanın aynıdır.

Bu göçmen köylerden bir Şemami köyü var. Onun macerası ayrı. Bu köye gelen göçmenler, burada bir ay, iki ay, bir yıl, iki yıl kalmışlar; sonra köyü terk etmişler; bir daha da dönmemişlerdir. Şimdi köy bomboş. Bir bekçisi var.

Bismil’e bağlı Molla Feyad köyü de buna benzer. Yalnız; ona, hiç gelip oturmamışlar. On iki yıldır, içine kimse oturmadan, evler bomboş öylece duruyorlar. Tabii her biri birer harabe. Şimdiki durum:

Şimdi Köprübaşı köyünde 60 hane var. 34 ev bomboş duruyor, çoğu da yıkılmış. Bu 60 hanede 205 nüfus yaşıyor.

Her göçmen evinin elinde 9 dönümle 35 dönüm arası tarla var. 35 dekar!..

Bu 35 dekarın yarısı nadasa kalıyor. Tarla, nadasa kalmazsa hemen hiç mahsul alınmaz. Demek oluyor ki her göçmenin elinde bir yıl ekebileceği 17.5 dönüm tarla vardır.

Toprak burada bire beşten, altıdan fazla vermediğine göre de 17.5 dönümü ek biç de ev geçindir. Ya bunlar ne yapıyor? Civar beylerden sekizde bire altıda bire toprak kiralıyorlar. Ne yapsınlar?

Bu toprakların ancak iki yüz dönümü bir aileyi geçindirir. Tabii göçmenler iki yüz dönüm kiralayamazlar ya, topu topu 50 dönüm...
Bu yıllarda iş daha da kötüleşmiş durumda. Beyler artık makine aldıkları için kiraya toprak vermiyorlar. Daha kötüsü var; bazı beyler göçmenlere kirayla toprak verilmemesi için nüfuzlarını kullanıyorlar.

Maksadları da şu; göçmenler tabii 30’ar dönüm toprakla geçinemezler. Kiraya da toprak bulamayınca ne yapsınlar? Yeniden göçmekten başka çare kalmayacak.

Göçmenler için istimlak edilen topraklar zaten beylerindir. Toprak kendilerine kalacak.Tavuklu köyünden yaşlı bir göçmenle yol arkadaşlığı yaptık. Adam, köyüne üç saat ötedeki kirayla aldıkları tarlada çift süren oğluna azık götürmekten geliyormuş.

- Abe iki gözceğizim diyor, üç değil, dört saat uzaklıkta bulsak tarla gideriz gene. Geçmeyecek elimize bundan sonama bu da! Demiş biyler verilmesin macirlere toprak.

Bu yıl bir, gelecek yıl iki, böyle giderse dikiş tutturamıyacaklar buradaki göçmenler. Kaçacaklar.

Köydeki geçim seviyesi sıfırdan daha aşağı. Ben, bunu rakamlarla tespit ettim. Yerim dar olmasaydı teker teker sererdim gözünüzün önüne. Görüp şaşardınız. İnsanoğlu ne kadar ağır şartlar altında yaşayabiliyormuş. Gene köyün geçim durumunu kaba tarafından gösterivereyim.

Köye hiç et girmiyor. Eti ancak hayvan ölümünden ölümüne yiyorlar.

Ekmekleri mısır darısı, arpa, buğday, akdarı, nohut karıştırılarak yapılıyor.


Köyde 20 tane inek var. Koyun keçi hiç yok. Yağ yiyen de pek az. Kazları besleyip yağlandırıyorlar. Ondan çıkan yağı yiyorlar.

Tavuklu köyü ile Karabaş köylüleri bundan sonra hayvan da besleyemiyecekler. Çünkü bey benimdir diyerek bu köylerin meralarını zaptetmiş ve sürmüştür. Gözlerimle gördüm, köyün dibinde sürülmüş ışıl ışıl toprak uzanıyordu. Göçmen hayvanlarının ölümü!

Akşamları yemek pişirme âdetini çoktandır unutmuşlar. Sebze yüzü gördükleri yokmuş. Sebzeleri yaban otları imiş.

Köyün su kuyusunu gördüm, kadınlar yığılmışlar kuyunun başına. Sırasıyla su çekiyorlar. Su da mübarek azalmasın mı arada? Bekle anam bekle! Yazın zaten bu kuyu kuruyormuş. Allah yardımcıları olsun.

Hükümetin verdiği pulluklar var ya, onları çalıştırmıyorlar. Kara saban edinmişler. Harmanı da öküz ayaklarıyla sürüyorlarmış.

Tavuklu köyü mezarlığında 15 kadar yepyeni mezar saydım. Köprübaşında da o kadar var. Dediklerine bakılırsa, hepsi veremden gitmiş.

Bu göçmen köylerinde yeni dikilmiş göz için arasan ağaç yok. Köyler çırılçıplak.

- Yahu dedim, şu köylere ağaç dikseydiniz elinizde mi kalırdı? Şimdiye kadar kocaman olurlardı.

Bir yaşlı:

Abe görürsün halimizi dedi, dururuz iğne üstünde. Sülersiniz hep büle. Etmişsiniz âdet.

İğne üstünde duruyorlar, doğru. Ama dikseler iyi ederlerdi. Herhalde hükümet bunların derdlerine bir çare bulmalı.

159

şimdiye kadar "hayatı farklı görmek" benim için imgesel bir ifade idi.. altı derin.. bugünden itibaren artık sadece imgesel bir anlatım değil.. ürkütücü bir şekilde fiziksel olarak da farklı gördüğümüz gerçeği ile yüzleştim bugün..



Bugün dünyada tartışılan konu buydu.. "Bu elbisede hangi renkleri görüyorsunuz?" Ve ikiye bölündü insanlar.. "Beyaz ve Dore" ile "Mavi ve Siyah" görenler olarak.. Ben de "Beyaz-Dore" görüyorum.. Kızım "Mavi-Siyah" görüyor.. Arkadaşlarım da ikiye bölündü.. Herkes şaşkınlıklar birbirine aynı tepkiyi veriyor.. 
"Şaka yapıyorsun di mi? Beyazı ve sarıyı görmüyor olamazsın!!"
"Şaka yapıyorsun di mi? Mavi ve siyahı görmüyor olamazsın!!"


Bu kadar birbirinden uzak şekilde nasıl görebiliriz?

Gerçek görüntü: mavi siyah olanmış

Elbisenin gerçekte ne renk olduğu umrumda değil.. Çünkü farklı ışıklarda çekilen fotoğraflarda farklı görünebilir renkleri.. Ama burada ürkütücü bir şey var.. Hem de fazlasıyla ürkütücü! Aynı anda, aynı ışıkta, aynı ekrana birlikte bakan iki kişi nasıl olur da yukarıdaki lamalarda olduğu gibi birbirinden bu kadar uzak renkleri görebilirler..

Ben sağdaki lamanın aynısını görüyorum.. hafif maviye çalan kirli beyaz ile hardal rengi..
Hemen yanımdaki arkadaşım işe soldaki lamanın aynısını görüyor.. mavi ile gri siyah..

şaşkınım..
artık hiçbir şeyden emin olamayacağım.. 
artık aynı şeye bakarken aynı şeyi gördüğümüzden hiçbir zaman emin olamayacağım..
şaşkınım..