155


GÖSTERİŞİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Oscar sezonu, !F İstanbul derken hızlı kurgu, hareketli kamera, aşırı süslü müzikler, tüm sahneyi kaplamaya çalışan oyunculuklar, tişörte basılası repliklerle dolu diyaloglar, aşırı stilize anlatımlar, tek plan gibi kerameti kendinden menkul filmlerle dolup taştı bünyemiz. Dramatik yapının ABC’sini basitçe kurmakla yetinmeyi bilen yalın ve mütevazı anlatımlara hasret kaldık.





Son haf­ta­larda girdiğim film mara­to­nunda kendimi pek çok kez "eve gidip bir Bres­son filmi mi izle­sem" derken bul­dum. Günümüzde, yönet­men­ler­in ­pek çoğu en pahalı ve en süslü tüm oyun­cak­larını odasının her köşesine yayıp oyna­maya çalışan çocuk­lar gibi. Tek bir oyun­cakla yet­in­mek ve onun üstüne kafa yor­mak nadir rast­lanan bir özel­lik. Dra­matik yapıyı sağlam kur­mak için mese­lenin özüne odak­lanıp fa­zlalıklar­dan arınmak şu ar­alar sine­mada pek moda ol­masa gerek. Çevrem­izde ses ge­tiren film­lere bakarsak id­dialı, gösterişçi, ezberci, abartılı veya hip olmak şu ar­alar sine­mada en geçerli akçe olmalı. !F İstan­bul’un en fazla ses ge­tiren film­lerinin başını çeken İran Vam­pir West­ern’i ‘Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız’ kendi fikrine o kadar aşık ki, fikri hikayeleştireme­den stilize görüntülerinin üzer­ine hip­ster­ların gönlünü çele­cek şahane müzik­leri dayayınca iş tamam sanıyor. Geçen hafta vizy­ona giren Xavier Dolan’ın ‘Mommy’si tüm oyun­baz fikir­lerinden arınsa hala özünde aynı dere­cede iyi bir film. Hatta bi­lakis Dolan’ın görsel den­emelere bayılan zıpırlığı kim­i­ler­ine göre filmin iyi yan­larının gücünü azaltıyor. Haf­ta­lardır sa­lon­lara iz­leyi­ci­lerin akın etmesini sağla­yarak yüzümüzü güldüren ‘Whiplash’, davul üzerindeki terli ve kanlı bagetlere plonje yakın çekim­ler­den gözünü hırs bürümüş yakın çekim­lere ke­serek per­for­mansını di­namik ve hızlı bir kur­gu­nun üzer­ine temel atıyor. Bu her daim işleyen formülün o kadar iyi (ve de artık Oscar tescilli) bir uygu­la­ması ki, kur­gusun­dan hızını ala­mayıp geriye ne kadar faşist bir mesaj bıraktığının farkına bile varamıyor. 



Oscar’ın taze şampiy­onu ‘Bird­man’ başından so­nuna tek planmış gibi gözükmeye çalışarak hal­i­hazırda epey id­dialı bir şey ya­parken, bunu en az bir o kadar id­dialı olan sıradışı bir sound­track kul­lanımıyla, ve en az bun­lar kadar id­dialı bir şek­ilde post­mod­ern aforizma niyetine vu­rucu rep­lik­lerle kuşatıyor. Nor­mal şart­larda bun­lar­dan her­hangi birisi başlı başına bir filmi id­dialı yap­maya yete­cekken bu fiyakalı film, diyaloglarından kam­erasına, oyun­cu­luk­larından müzik kul­lanımına kadar “elimi attığım her şeyde id­dialıyım” diye­cek kadar gösterişçi olmayı lehine çevire­biliyor. Tüm bun­lar yet­mezmiş gibi başkarak­terin zi­h­ninin içini iz­leyi­ciye göstere­cek kadar da öznel olmayı is­tiyor. Ama bu da yet­miyor, bu öznelliğe rağmen iz­leyici başkarak­terin olmadığı yer­lerde dolaşıp Ed­ward Nor­ton’un ağzından Emma Stone’a dökülen etk­i­leyici rep­lik­leri duy­sun is­tiyor. Dra­matik an­lamda hangisi fa­zlalık veya es­tetik ter­cih­lerin altı yeter­ince dolu mu mühim değil artık. İnsan bir Hitch­cock fil­min­deki karak­ter­ler ve iz­leyici arasında özenle ku­rulmuş bilgi hiy­erarşisini, bir Bres­son filminin hikayenin amacına göre süsler­den arındırılmış yapısını özlemiyor değil.


Sine­mada ve senary­oda hikaye ar­it­metiği üzer­ine en fazla düşünen isim­ler­den biri David Mamet “Film Yönet­mek Üzer­ine” adlı kitabında yönet­men­lerin çekim tekniklerinde ilginç olanı ter­cih etme eğil­i­m­ini eleştirirken Hem­ing­way’den alıntı yapar: “Öyküyü yaz, tüm güzel satırları çıkar ve öykünün hala işe yarayıp yara­madığına karar ver.” Mamet’in dedik­lerinden yola çıkarsak iyi bir yazar gibi iyi bir yönet­men de bu­damayı öğrenerek, süs ve görsel be­tim­ler­den kaçınarak daha iyiye ulaşır.


Fa­zlalıklarla dolu gösterişçi film­ler arasında yorulduğumda son yıllarda git­gide artan bir şek­ilde belge­sellere sığınırken bu­luy­o­rum kendimi. Tuhaf ama gerçek; pek çok belge­sel ince nüanslar üzerinden istediği anlamı nasıl yarat­acağı, kur­gusunu nasıl ya­pacağı, kam­erayı ner­eye yerleştireceği üzer­ine kur­maca film­ler­den daha fazla kafa yoruyor. ‘Boyun Eğmez’in abartılı anlatımını ya da ‘Ke­skin Nişancı’nın “çatışma sah­nelerini hareketli omuz kam­erasıyla çektik mi iz­leyi­ciye o en­er­jiyi his­set­tir­i­riz” ko­laycılığını düşünün. 



David Mamet aynı ki­tapta şöyle yazıyordu: “Steadicam, diğer teknolo­jik mu­cizeler gibi pek çok zarara yol açtı. Amerikan film­ler­ine zarar verdi. Kahra­manın etrafında gez­in­meyi o kadar ko­laylaştırdı ki artık kimse ‘çekim nedir?’ ya da ‘kam­erayı ner­eye koy­mam gerekiyor’ diye düşünmüyor.” Steadicam değil belki ama hareketli omuz kam­erası günümüz sine­masının en ko­laycı norm­larından biri. Bu norm o kadar yaygın bir şek­ilde içselleştir­ildi ki, “kahra­manın etrafında gez­in­mek” bu kadar kolay ol­masa acaba yönet­men­ler “hikayemi hangi planla en ekonomik bir şek­ilde anlatırım?” üzer­ine daha fazla kafa yorar mıydı bil­in­mez. Ama şurası kesin, görsel ve işitsel anlatım ter­cih­lerinde ekonomik olmak ticari sine­mada bu ar­alar pek geçerli bir akçe değil.

(27 Şubat 2015 / BirGün)

0 yorum:

Yorum Gönder