GÖSTERİŞİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ
Oscar sezonu, !F İstanbul derken hızlı kurgu, hareketli kamera, aşırı süslü müzikler, tüm sahneyi kaplamaya çalışan oyunculuklar, tişörte basılası repliklerle dolu diyaloglar, aşırı stilize anlatımlar, tek plan gibi kerameti kendinden menkul filmlerle dolup taştı bünyemiz. Dramatik yapının ABC’sini basitçe kurmakla yetinmeyi bilen yalın ve mütevazı anlatımlara hasret kaldık.

Son haftalarda girdiğim film maratonunda kendimi pek çok kez "eve gidip bir Bresson filmi mi izlesem" derken buldum. Günümüzde, yönetmenlerin pek çoğu en pahalı ve en süslü tüm oyuncaklarını odasının her köşesine yayıp oynamaya çalışan çocuklar gibi. Tek bir oyuncakla yetinmek ve onun üstüne kafa yormak nadir rastlanan bir özellik. Dramatik yapıyı sağlam kurmak için meselenin özüne odaklanıp fazlalıklardan arınmak şu aralar sinemada pek moda olmasa gerek. Çevremizde ses getiren filmlere bakarsak iddialı, gösterişçi, ezberci, abartılı veya hip olmak şu aralar sinemada en geçerli akçe olmalı. !F İstanbul’un en fazla ses getiren filmlerinin başını çeken İran Vampir Western’i ‘Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız’ kendi fikrine o kadar aşık ki, fikri hikayeleştiremeden stilize görüntülerinin üzerine hipsterların gönlünü çelecek şahane müzikleri dayayınca iş tamam sanıyor. Geçen hafta vizyona giren Xavier Dolan’ın ‘Mommy’si tüm oyunbaz fikirlerinden arınsa hala özünde aynı derecede iyi bir film. Hatta bilakis Dolan’ın görsel denemelere bayılan zıpırlığı kimilerine göre filmin iyi yanlarının gücünü azaltıyor. Haftalardır salonlara izleyicilerin akın etmesini sağlayarak yüzümüzü güldüren ‘Whiplash’, davul üzerindeki terli ve kanlı bagetlere plonje yakın çekimlerden gözünü hırs bürümüş yakın çekimlere keserek performansını dinamik ve hızlı bir kurgunun üzerine temel atıyor. Bu her daim işleyen formülün o kadar iyi (ve de artık Oscar tescilli) bir uygulaması ki, kurgusundan hızını alamayıp geriye ne kadar faşist bir mesaj bıraktığının farkına bile varamıyor.

Oscar’ın taze şampiyonu ‘Birdman’ başından sonuna tek planmış gibi gözükmeye çalışarak halihazırda epey iddialı bir şey yaparken, bunu en az bir o kadar iddialı olan sıradışı bir soundtrack kullanımıyla, ve en az bunlar kadar iddialı bir şekilde postmodern aforizma niyetine vurucu repliklerle kuşatıyor. Normal şartlarda bunlardan herhangi birisi başlı başına bir filmi iddialı yapmaya yetecekken bu fiyakalı film, diyaloglarından kamerasına, oyunculuklarından müzik kullanımına kadar “elimi attığım her şeyde iddialıyım” diyecek kadar gösterişçi olmayı lehine çevirebiliyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi başkarakterin zihninin içini izleyiciye gösterecek kadar da öznel olmayı istiyor. Ama bu da yetmiyor, bu öznelliğe rağmen izleyici başkarakterin olmadığı yerlerde dolaşıp Edward Norton’un ağzından Emma Stone’a dökülen etkileyici replikleri duysun istiyor. Dramatik anlamda hangisi fazlalık veya estetik tercihlerin altı yeterince dolu mu mühim değil artık. İnsan bir Hitchcock filmindeki karakterler ve izleyici arasında özenle kurulmuş bilgi hiyerarşisini, bir Bresson filminin hikayenin amacına göre süslerden arındırılmış yapısını özlemiyor değil.
Sinemada ve senaryoda hikaye aritmetiği üzerine en fazla düşünen isimlerden biri David Mamet “Film Yönetmek Üzerine” adlı kitabında yönetmenlerin çekim tekniklerinde ilginç olanı tercih etme eğilimini eleştirirken Hemingway’den alıntı yapar: “Öyküyü yaz, tüm güzel satırları çıkar ve öykünün hala işe yarayıp yaramadığına karar ver.” Mamet’in dediklerinden yola çıkarsak iyi bir yazar gibi iyi bir yönetmen de budamayı öğrenerek, süs ve görsel betimlerden kaçınarak daha iyiye ulaşır.
Fazlalıklarla dolu gösterişçi filmler arasında yorulduğumda son yıllarda gitgide artan bir şekilde belgesellere sığınırken buluyorum kendimi. Tuhaf ama gerçek; pek çok belgesel ince nüanslar üzerinden istediği anlamı nasıl yaratacağı, kurgusunu nasıl yapacağı, kamerayı nereye yerleştireceği üzerine kurmaca filmlerden daha fazla kafa yoruyor. ‘Boyun Eğmez’in abartılı anlatımını ya da ‘Keskin Nişancı’nın “çatışma sahnelerini hareketli omuz kamerasıyla çektik mi izleyiciye o enerjiyi hissettiririz” kolaycılığını düşünün.

David Mamet aynı kitapta şöyle yazıyordu: “Steadicam, diğer teknolojik mucizeler gibi pek çok zarara yol açtı. Amerikan filmlerine zarar verdi. Kahramanın etrafında gezinmeyi o kadar kolaylaştırdı ki artık kimse ‘çekim nedir?’ ya da ‘kamerayı nereye koymam gerekiyor’ diye düşünmüyor.” Steadicam değil belki ama hareketli omuz kamerası günümüz sinemasının en kolaycı normlarından biri. Bu norm o kadar yaygın bir şekilde içselleştirildi ki, “kahramanın etrafında gezinmek” bu kadar kolay olmasa acaba yönetmenler “hikayemi hangi planla en ekonomik bir şekilde anlatırım?” üzerine daha fazla kafa yorar mıydı bilinmez. Ama şurası kesin, görsel ve işitsel anlatım tercihlerinde ekonomik olmak ticari sinemada bu aralar pek geçerli bir akçe değil.
(27 Şubat 2015 / BirGün)
0 yorum:
Yorum Gönder